24 Nisan 2008 Perşembe

Sen Ki Arzum Emelim Hicranım Ve Elemimsin

Ayrılığından dolayı yardım dilenmeye takatim yok senden, kapında kendini kaybedenlere gıptayla geçen ömrümde bir takate de ihtiyacım kalmadı artık. Sevgili eşiğinde ölene değil sağ kalana şaşmak gerekir, der bir bilge ama ben senden uzakta, aşkınla hasta, ama aşk sayesinde sıhhatteyim. Araya bunca yılın hasreti girmişken bir gün seni görmeye dayanabilir miyim bilmem, ama her sabah seni görüyor ve yüzünden aldığı güzellik ile insan içine çıkıyor diye güneşe, eşiğini döne dolaşa senden nur çalıyor diye her akşam mehtaba bakıyorum bilesin. "Bugün nasılsın ey kainatın başı dönmüş yıldız?" diyorum ona, hasbihal ediyorum; "Ne haldedir sevgilim, hoş mudur safaca mıdır İstanbullar sultanı bugün?" diye tekrar soruyorum. "Hiç benim bulunduğum yerden daha kederli bir aleme doğdun mu sen; hiç aşkta alt üst olmuş bencileyin bir firkatzade üzerine parladın mı?" diye sitem ediyorum bazen... Velhasıl günlerce ve gecelerce güneşlere ve aylara durmadan dinlenmeden seni soruyorum, hala bir haberini alamayışımı şikayetle söylüyor,anlatıyorum. Senin beni unutma ihtimalini hatırlayıp çıldırıyorum bazı günler ve bazı geceler yüzünü eskisi gibi hayal edemiyeceğimden korkup kahroluyorum. Sonra tevbeler ediyorum. Seni unutma ihtimalini düşündüğüm için...
İskender Pala...

8 Nisan 2008 Salı

Ansızın çıkagelmiştik...

Kimse geleceğimizi düşünmemiş olacak ki bizi görüp de şaşıranlar bir hayli çoktu…

Bir sonbahar gününde memleketimize veda buseleri kondurarak gelmiştik ve heybemizde onlarca devrimci rüya vardı. Rüyalarımız vardı ve biz devrimciydik. Neyi devireceğimizi bilmeden!..
Ilık ılık esen bir lodosla şehir hatları vapurundan inmiştik. Cıvıl cıvıl Üsküdar her zamanki koşuşturmacasını yaşıyordu. Üçüncü Ahmet çeşmesinden ilk defa içtiğimiz İski'nin ruhumuzdaki derin melankolilerine aldırmadan elimizdeki küçük spor çantalarımızla ucuza karnımızı doyuracak bir yer arıyorduk. Yediğimiz ilk ucuz yemek iskelenin önündeki sosisçiden -şöyle bir- yarım ekmek arası sosisti. Babamız mı sosis yemişti bilmem ama o kırmızı suratlıdan bir daha yemeyecektik.

Paranıza sahip olun, İstanbul burası, bin bir çeşit adam var. Kimseye güvenmeyin, herkesle arkadaş olmayın, diyerek kimimizin donunun cebine, kimimizin pantolonunun içine keseler dikilerek paralarımız, analarımız tarafından muhafaza altına alınacaktı.
Dağılmayalım.
Ilık bir lodos vardı.
Yazdan kalma sıcak havayı, sağ olsun, bize de bir hayli hissettiriyordu. Nefes alamıyorduk, nemli yapış yapış bir havaya alışmamıştık ne de olsa.
Bizim oraların havası kurudur. Kuru sıcak veya kuru soğuk. Böyle durduğu yerde şıpır şıpır terlemez insan. Suyu da bir başkadır hani. Fırından yeni çıkmış bir açık ekmek alacaksın buharı üstünde. Bir kalıp pendiri düreceksin arasına, ağa da sensin paşa da. Sonra dayanacaksın musluğa. Belediye sağ olsun hemen her köşe başına bir çeşme dikmiş. Gelen geçen, sıcaktan bunalan, çoluk çocuk, davar doluk içsin de ciğerini soğutsun.

İlk öğrendiğimiz şey İstanbul'u sevmememiz gerektiğiydi. Biz taşralıydık ve öğle kalacaktık. Genzimizi yakan suyuna methiyeler düzerek az parayla çok günler geçirmenin derdindeydik. Çok şey beklemiştik bu kabına sığmayan şehirden, çok şey ummuştuk. Beklediklerimizi de umduklarımızı da unuttuk. Unuttuk ve alıştık…

4 Nisan 2008 Cuma

YALNIZLIK!...

Yalnızlık!!!
Her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır. İnsanın bir yaşama sırasında tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir kıymetini bilmelidir dedi. Yalnızdır insan, hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır. Kalabalık yalnızlıklar yalnız kalabalıklar oluşur şehir şehir ülke ülke. Kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık. İnsan bir ölümü istemez bir de ondan beter bir yalnızlığı ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında.
Ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var dedi. Tek çaresi aşktır bir yalnızlık sırasında nefes almanın. Aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır dedi. Aşık olun, gösterin birbirinize yalnızlığınızı. Ve ayrılık, ayrılık da insanın kendi tek kişilik yalnızlığını özlemesi...

3 Nisan 2008 Perşembe

Yola koyulmak zorundayım...

Herşeyi kendine çağıran deniz çağırıyor beni ve ben yola koyulmak zorundayım.
Zira kalmak, gecenin içinde saatler alevlense de, donmak ve kristalleşmek ve bir kalıba çakılmak demek.
Buradaki herşeyi yanıma seve seve almak isterdim.
Fakat nasıl yapacağım?
Yapayalnız ve yuvasız, güneşi katederek kanat çırpmalı kartal...

CİBRAN...

Sahi Sevgi Neydi?!...

Hatırlayanınız var mı sevgi neydi?
Leyla’nın, Şirin’lerin, Aslı’ların nazı mıydı o; yoksa Mecnun’ların, Ferhat’ların, Kerem’lerin niyazı mı? Hangisinde belirmişti ilk kıvılcımı sevginin? Neydi sevgi?!...
Açıkken göz bebeğimize yerleşen de, göz yumduğumuzda gönümüze sızan da sevgi değil miydi bir vakitler? Bir dudağın kıpırdanışından yanağımıza akseden pembelikler, utanmalar sevgi değil miydi? En son ne zaman kızarmıştı yanağımız, hatırlayanınız var mı? Uykumuzu en son ne zaman terk etmiştik sevgiyi düşünmek adına? En son sevgi şiirini hangi gecede okumuştuk?
Sahi, neydi sevgi? Bir çuhayı ipek görebilmek miydi; toprağı amber niyetine koklamak mı? Sureti sirete, arazı cevhere, bedeni ruha köle eylemek miydi sevgi? Sevgi bir iyilik miydi, şefkatli bir cümlecik mi? Neydi sevgi, dış mıydı, yoksa iç mi; zahir miydi yahut batın mı; kalıp mıydı, ya ki can mı? Var olmak mı, varlıktan geçmek mi? Dünyaya gülmeye mi gelmiştik, ağlamaya mı; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu? Sevgi neydi?!...
Unuttuk, acep neydi sevgi?
Bir yetimin başını okşarken dimağımıza yerleşen tat mıydı o? Bir bebeğin süt kokulu tenindeki suçiçeği miydi? Sabah evden çıkarken özlemeye başladığımız bir ses miydi? Hatırlayanınız var mı, sevgi neydi?
Sevgi neydi sahi?
Bir mektubun ilk satırı mıydı, bir telefondaki ilk ses mi? İnsanı mutlu eden o ilk satır mıydı defalarca okunan, yoksa ilk satır arayışları mı tekrar be tekrarlanan? Telefondaki bir ses insanın bir ömrünü doldursa mı sevgiydi gerçekten, yoksa yeni sesler duymaya hiç yetmeyecek ömürlerin arayışları mı?

Sevgi Neydi?!...