17 Ocak 2011 Pazartesi

TARİFSİZLİĞİN TARİFİ

Kulaklarımda nasip kısmet naraları kitlerken yüreğimi mutsuzluk sandıklarına,
İçimde gençlikte ölümü düşünmenin acı matemi
Yakışmadıysak mutluluk tablosunun figüranlığına bile,
Tat alıyorsa artık gönül ümitsizliğinden
Bana bir kördüğüm daha farketmez...

Kalp çırpıntılarımın yankısında geçiyorum dar ama çıkmaz sokaklardan,
Bir el uzantısına benzetiyorum artık her şeyi.
Düşlerimin kuytusundaki gerçeklerimi yaşamaya çalışıyorum kabullenmeden,
Teselli mahkumu kalmanın keyifsizliği işlemiş her sevincime istemeden,
Sırtımda görünmeyen ruhumun ağırlığıyla
Sevemiyorum hiçbir şeyi gönülden...
S.U.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

HATIRLANMAYAN RUHLAR

Hafif uykulu gözler ve sızlayan başlarla gülmeye çalışan, huzurun tarifine varamayan ruhlar sıralandı derin yamaçlı tepelere.
Yaralara merhem olması umudu vardı besbelli.
Güneşin ve suyun can veren senfonisine kapılmak istiyorlardı çatlayan dudaklara inat.
Güneşi izliyor ardından yağan yağmurla yüreklerini ıslatıyorlardı.
Kederin tadına varmış hayatlarıyla "bir gün bizi de bağrına basacak toprak ana, doğru ile yanlış, yalan ile gerçek, iyi ve kötü ayrılacak o gün!" inançlarıyla, yamalı yaşamlarıyla endişeye doymuş yürekleriyle daha bir başka yürüyorlardı.
Bir can için, bir gül için serden geçmenin gururu ile aşkı yaşıyorlardı.
Sadakat, özlem, acı ve keder dolu...
H.E

6 Nisan 2010 Salı

Sessizce

Yine düşünüyorum seni ve yine düğümleniyor boğazım
Bir damla olsun umut diyorum.
Sevgilinin yüreğinde bir zerre olmak için verilecek hayatları anımsıyorum ve bulutlar üşüşüyor gözlerime ağlıyorum sessizce köşelerde.
H.E.

25 Mart 2010 Perşembe

MAYINLARI TEMİZLİYORUM

Duvarın arkasında yorgun bakışlarla süzüyorum hayalini.
Yasladım yalnızlığına sırtımı ve

kabul ettim paylaştığın yokluğunu.
Ey dost! Yakışır mı

yüreğindeki itaatsizliğe inat
kaldırmak mayınları bir bir suskunluklara.
Yolcu denir böylesine,

kaçaklık denir…
Toprağa sarılasım

yeşeren her yaprağı öpesim geliyor.
Rüzgara dokunmak,

gelgitlerle örülü sahillere
akmak istiyorum coşkun ırmaklar gibi.
Şirin bir nefes çekiyorum içime
Mayınları temizliyorum

isyankar haykırışlara…
H.E

10 Mart 2010 Çarşamba

ELA

Gayrı ufkun kararmış
Gözlerin zifir
Ayıramazsın ki
Beyazı karayı
Yüreğin çöreklenmiş
Anlamazsın ki
Sarıyı, kırmızıyı
Sanma beni
Başka
Karıştırma
Ela ela
Zannetme sendenim
Ya da bildiklerinden
Anlayana gönüldaşım
Anlamayana ...
Yormayın karartmayın ufkumu
Anlayamıyorsan gerisini sorma neden
Anlıyorsan ol bu gönülde
Olamıyorsan
Karışma bu yüreğe
Zaten yorgun zaten hüzünlü
F.E

3 Ocak 2010 Pazar

İnce Bir Fısıltı

Simalar beliriyor gözlerimde.
Gecenin koyu karanlığında şafakları eflatun bir ufuk görüyorum.
Bazen umudunu kaybetmiş bir çocuk yürüyor Balaban’ın sokaklarında yalnız başına, bazen de Tohma çayında yüzüyor huzurla.
Kavak yapraklarının hışırtısı, kurak topraktaki kertenkele yarışları, Darende’nin sarı yamaçları ve sessizlikler içerisinde ince bir fısıltı…
Perdeler açılıyor, sahne başlıyor ve acı tatlı olaylar yaşanıyor tekrar tekrar.
Issız bir vadide yalnızlık beliriyor yine.

H.E.

16 Ağustos 2009 Pazar

Yeniden başlangıç

Olur ya
Yeni bir başlangıç ve farklı bir yol güzergâhı.
Bazen durgun bir nehir bazen de hafif bir yel olmak ister insan
Yıldızlar daha bir başka parlar
Bulutlar daha bir başka seyreder göklerde.
Yok oluşları yaşayan dünya misalidir hayatlar
Toprak aynıdır, mekân aynıdır ama yeni bir yeşerme ve yeni bir filiz belirir
Kalabalıklar arasında yürüyen bedenim umutla kederin birleştiği noktada tıkanır kalır
Yeni özlemler peşindedir ve yeni acılar…
Yalnızlık değişmez, gelir ansızın
Vurur pervasızca
Sarılırım yine çocuğun onu dövdüğü annesine sarıldığı gibi yalnızlığa
Sarılırım yine vursa da…
h.e.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Senden Gidiyorum Pusulasız

Senden gidiyorum pusulasız.

Avare bir gezgin, yolunu kaybetmiş bir karınca, çiçeğinden ayrılan bir polen gibi gidiyorum işte.

Rüzgâra bıraktım ruhumu zamansız sararan gazeller gibi.

Gidiyorum, çölün ortasında, kör bir vadide akan bir damla olarak…

Kalanlar yanar derler

Kalanlar ağlar

Oysa gidenler de kalmıştır yalnızlıklarda

Savrulmuştur hazan yellerindeki taneler misali.

Kışa gülümsemiştir

Senden gidiyorum pusulasız

Gülümsüyorum…

h.e.

21 Haziran 2009 Pazar

Hayaller Kuruyoruz


Ufukla denizin buluştuğu çizgiden gemiler geliyor bir bir.
Yok olmaktan kaçışır gibi…
Böğürtlenlerin arasından, yıkık surların yanından Karadeniz’in durgun sularına bakarak yalnızlık hissini yaşamak dostla ve dostça.
İnsanın bir sigarayı söndürüp diğerini yakası geliyor
Hoş bir müzik çalıyor en hüzünlüsünden
Gözlerimiz yaşarıyor.

Mazilerimiz farklı ama nedense aynı hisleri yaşıyoruz
"Mevlana der ya, "dostundan ayrılan ne kadar konuşsa da
O yine dilsizdir…"
Sessizliğini paylaşmaya devam ediyor
Yüreğindeki sırları saklıyor her zamanki gibi

Yine ufka bakıyorum yine boşluktayım.
Ey gözleri terennüme hasret dünyamız
Sana senden geleli kaç yıl oldu ki
En zor sınavlardan geçtik ve beden kafesinde çakılı kaldık amansız
Her dem zıtlıkları yaşadık.
Senin içinde sana hasret sana özel hayaller kuruyoruz
Özlüyoruz…
h.e.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Ne Çok Yoruldu Bu Şehir

Bu şehrin defterinden kara kalemle çizilmiş ne çok hayat silindi.
Yeniden başlangıç ve yeniden çöküş yaşadı binlerce can.
Umut kapısıydı burası, ana kucağıydı. Çekilen ızdırapların bittiği, güzel günlerin beklentisiydi bu yaşlı topraklar.
Uzaktan ebrulu bir parşömendi ama bilmezdi insanlar aslında gri tonlu resimdi.

Ne çok yoruldu bu şehir…

Binlerce yılın asaletinden harcadık
Harcadıkça harcandık
Siyah – beyaz bir karede belli belirsiz karartı
Ve silinmeye az kaldı…

h.e.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Seyre Daldım

Hani der ya “dünyayı pasaportsuz gezen gerçekler değil hayallerdir” diye.
İnsanların belki de birbirlerine en yakın ama aynı zamanda bir başına oldukları İstanbul’un otobüslerinde gezinirim dünyayı.
Önce kendi küçük dünyamla başlarım işe.
Yüreğimin kuytu köşelerine düşmüş kırıntıları ayıklarım.
Ardından beynimdeki kitap kataloglarını alfabetik sıraya sokar, kurduğum devlete bir ad takarım.
Binalarım sadedir, yollarım ise yal taşlarından örülmüş sisli bir patika.
Kuşlarım bazen en güzel şarkıları söyler, bazen de suspus olup tüner bir yerlere.
Dağlarımda her dem kar vardır hüzünle yaşamın birleştiği soğuk iklimler gibi.
Gökyüzümde güneş ve ayı görürüm.
Gece olmuş ama güneş sönmemiş hala.
Okyanusum yoktur,
Çorak sahramdaki gölümde türlü balıklar beslemeye çalışırım.
Beyhude bir bekleyiştir bilirim ama beklerim delice büyüsünler diye.
Çıktım kendimden ve kendi dünyalarından habersiz bekleyen insanları gördüm.
Seyre daldım dünyaya ve bir buse gönderdim hem acıya hem de sevdaya…

h.e.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Bu Şehir Bir Garip Gider...

Solgun bir yüzle seyre dalmak İstanbul'u...
Ayrı bir melankoli vardır yorgun ve hastalıktan halsiz düşmüş bedenimde.

Şarkılar yüreğimi yakar bir de sigaranın dumanı ciğerimi
İstanbul Gül Şehri mi bilmem ama gece yarısı rengarenk ışıklarla parlayan İstanbul'un ateşler içinde yandığı kesin...
Günaha doymuş sokaklar, huzuru bulmaya çalışan caddeler, kırgın yürekler, dalgın gözler...
Bu şehir bir garip gider...
h.e.

23 Nisan 2009 Perşembe

Durulmak İstiyorum...

Mavi gökyüzü ile berrak sularıyla huzur veren boğaz, yoğun sis dalgaları olsa bile Unutulmaz…
Şehir sessizliğe bürünüyor yine.
Köprüden geçerken yağmur damlalarının süzüldüğü camdan boğazın üstüne çöreklenen ışık parçacıklarına “düşünce yığınlarıyla” bakmak, yaşlılık hissi veriyor.
Sis geçiyor denizimden…
Tramvayın iniltileri, eski körüklü otobüslerin harıltısı, korna sesleri, rüzgârla savrulan toz zerrelerinin göz kapaklarımızın altında acı veren gezintileri, duman, is, çığlık, ışık, karanlık, koşuşturmaca, keşmekeş, asfalt, siren…
Durulmak istiyorum.
h.e.

28 Mart 2009 Cumartesi

Yankılanmayan çığlık

İçimdeki yangını bilemezsin.
Her akşam düşünce karanlığın koynuna, gözlerim yaşarır,
Yüreğim derinden titrer de kimse anlamaz bile.
Gülüyorum ama çığlıklarımı duyan kim?
Dağlar misalidir duvarlar
Sesimin yankısını bir tek bana yansıtan...
h.e

25 Mart 2009 Çarşamba

Ve siz adil olmak isteyen hakimler.
Ne hüküm verirsiniz, bedenen güvenilir olsa da ruhen bir hırsız olan hakkında?
Hangi cezayı isnat edersiniz, bedenen katleden ama ruhen bizzat kendisi katledilmiş olana?
Ve nasıl dava edersiniz, fiil açısından bir hilekâr, bir gardiyan olan,
Ama aynı zamanda incinmiş ve mazlum olanı?
Ve nasıl cezalandıracaksınız, pişmanlıkları daha şimdiden kabahatlerinden daha büyük olanları?

"Halil Cibran"

27 Şubat 2009 Cuma

İşim Rüzgâra Kaldı...

Nisan yağmuru gibi geldik ama yaz geliyor kavururcasına.
Yine de bozkırımda yağmur bekleyeceğim kuruyan ekinin yeşermeyeceğini bile bile.
Buğdayla samanın karıştığı gibi karıştım.
İşim rüzgâra kaldı bekle ki essin.

h.e

8 Şubat 2009 Pazar

Sessizlik

Tozdan göz gözü görmüyor
Toprak kokusunu unuttum ve suya hasret dolaşıyorum pervane misali yanmaya hazır.
Yalnızım...
Bende beni sorgularken delicesine, kendi ayaklarıma prangalar vururken, bekletirken kendimi bana inat, umursamazcasına tadıyorum yalnızlığın acısını.
Tadıyorum ve anlıyorum…
Anlıyorum sessizliği…

h.e.

31 Ocak 2009 Cumartesi

Meftun Olarak

Yandım ebedî hüsnüne meftun olarak
Kâr etti dilin ruhuma efsûn olarak.

Sor hal-i perişanımı saysın geceler
Geldim kapına kaç kere meftun olarak.

Kahreyleme ey sevgili şad eyle beni
Görsen ne çıkar bir kere memnun olarak.

Etmek mi muradın beni sermest-i harab
Ta haşre kadar böylece mecnun olarak.

Süleyman Arif Emre

25 Aralık 2008 Perşembe

Artık şafak değil

Daha dündü bir rüyada karşılaşmıştık.
Yalnızlığımda şarkı söyledin bana
ve ben özlemlerinden bir hisar kurdum semada.
Fakat şimdi uykumuz kaçtı,
rüyamız dağıldı ve artık şafak değil.
Öğle vakti tepemizde ve bizim yarı uyanıklığımız
daha gürbüz bir güne dönüştü ve biz ayrılmalıyız.
Hatıranın alacakaranlığında
biz bir kez daha karşılaşacak olursak şayet
yeniden birlikte konuşacağız
ve sen bana daha derin bir şarkı söyleyeceksin.
Ve ellerimiz başka bir rüyada kavuşacak olursa şayet
bir hisar kuracağız semada…

1 Aralık 2008 Pazartesi


Ağyar ovada tek kuru ağaç
Bir mum bile yanmıyor
Her akşam çekiliyor içim karanlığa
Kavlarımın nemine nurlarını saç
Rüyalarıma olsun gel
Işıt üzerimi.
Oturmuşsun ırmağın karşı kıyısında
Gülüyorsun…
Namaz örtün başında…
Ver ben de örteyim anne!
“Bak saçlarım gümüş rengi”
Islak ıslak gözlerin bakma öyle
Sensizlik çok zor
Çok yalnızım ANNE!

2 Kasım 2008 Pazar

Tebessüm Provaları

Kalabalıklardaydın sen
dudaklarınla başkaları için
sana ait olmayan
tebessüm provaları yaparken
ben seni meydanlardan kitaplara çağırdım
antenler telefonlar zincirler biterken
toplu sesler çıkardım içimden
dağlar yankılandı
meydanlar uğuldadı da
sen duymadın...

sanki biz göçebeydik
o insan bu insan
hepsinin içinden geçtik
duymadılar...

şimdi bize sunulan yırtık resimler
ve parçalanmış binlerce hayat
çok alıngan oluyor gökyüzü
dokunsan ağlayacak
kadınların bir mendilde kalıyor göz yaşları

sokaklar
bizden daha özgür ve telaşlı
Mustafa Özçelik

29 Ekim 2008 Çarşamba

Toprak Kokumsun


Hayat kaynağım, yağmurum, toprak suyum, akarsuyum...
Sen benim coğrafyam, şirin mavi gezegenim,
Okyanusumda su,

Gökyüzümde rahmet yağdıran bulut..
Yüreğime konan damlasın, yağmurumsun
Toprak kokumsun...

h.e.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Okumak dedik ama kitap değil yalnız
Sevda dedik ölümü hatırlatsın diye,
Oysa sevda dünya oldu gözümüzde
Ölümü hatırlamak için ölü görmek mi gerek?
Yok olmuyor mu bedenimiz her an?
Sabretmeye tasarlandık
Yine elimiz taşa uzanmaz oldu…
h.e.

2 Ekim 2008 Perşembe

Sessizlikler arayanıyım ben...

Bir sessizlikler arayanıyım ben ve güvenle dağıtabileceğim hangi hazineyi buldum sessizliklerde? Bu benim hasat günümse, hangi tarlalara ektim tohumu ve hangi hatırlanmayan mevsimlerde? Yoklukta yok olmanın yollarını ararken sessizlik çöktü kararan gökyüzünün en derin yerinde...

16 Ağustos 2008 Cumartesi

...

Acısı hissedilmeyen yara derin olurmuş.
Hayal olur, geçermiş yıllar;
ama mazide bırakılan lekeler, kirler yakarmış bedeni.
Arınma yolunu bile bile giderse insan karanlık dehlizlere,
yok oluşunu seyreder çaresiz.
Hatırlamak yetmiyor…
h.e.

1 Haziran 2008 Pazar

Susuyorum artık derin derin. Ve sessizce soluyorum bir hazan yaprağı gibi. Oysa ne kadar çok hasretim konuşmaya, anlatmaya anlaşılmaya. En büyük ödül değil midir anlatana anlaşılmak. Susuyorum ve birinin birine yazdığı sözü anıyorum.
Bir sır ki aşikare
Avcı yenik şikare
Yalnız, yalnız sabırda
Çaresizliğe çare...

h.e.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Aşk İle Öyle Sarhoş Olmuşum ki...

Hani, pişmek yanmak kadardır ya!… Aşk öyle bir ateştir ki, ruhları bin türlü kirinden arıtır ve gönülleri yaktıkça âşığa itibar kazandırıp rütbesini arttırır. Aşk işinde başarılı olmak, sevgilinin iltifatını ve aşkını kazanmak için bu yanışın derinlikli olması gerekir. Ne kadar çok yanarsa âşık, o kadar pişer bu meydanda. Çünkü bütün dertlerin çaresi aşktır, ötesi büyük bir boşluk…

Aşk ile öyle sarhoş olmuşum ki artık bilmiyorum

dünya nedir? Ve bilmiyorum, ben kimim;

bana bu içkiyi sunan da kim; içki ve kadeh nedir?!..

6 Mayıs 2008 Salı

Düşünce Rüzgârı...

Keşfedilmemiş yerleri keşfetmek, kimsenin görmediği yerleri görmek ve bazen yalnızlığın acısını hissetmek bütün hücrelerime kadar…

Kendimi bir buz dağının tam zirvesinde otururken düşünürüm bazen. Düşecek gibi olurum ve irkilirim. Uğuldayan rüzgâr hatırlatır evreni. Oradan düşüncelerim alır memleketteki toprak evimize götürür. Yine kar vardır dışarıda. Loş ışıklı bir salonda çaydanlığın cızırtısı ile karışan patates kokusu çocukluğumu yaşatır. Soğuktan acışan ellerimiz ısınır gürleyen sobayla.

Bayırlarda kayak yaptığımız ve düşüp bir yerlerimizi yaraladığımız anları hatırlarım çoğu.
Dağ yolundan giderken kekik kokan sulardan içtim, yalnız başıma bayır aşağı koştum, yüzdüm tohma çayında. Bağırdım ıssız vadilere. Toprak kokusunu hissettim sonuna kadar yağmur sonrası. Kurak toprak yakar ayakları. Bir yağmur damlası düşmeye görsün cızırtısı bile tozu bile şad eder ruhları. Kokusu ise bir ömre bedel…
H.E

24 Nisan 2008 Perşembe

Sen Ki Arzum Emelim Hicranım Ve Elemimsin

Ayrılığından dolayı yardım dilenmeye takatim yok senden, kapında kendini kaybedenlere gıptayla geçen ömrümde bir takate de ihtiyacım kalmadı artık. Sevgili eşiğinde ölene değil sağ kalana şaşmak gerekir, der bir bilge ama ben senden uzakta, aşkınla hasta, ama aşk sayesinde sıhhatteyim. Araya bunca yılın hasreti girmişken bir gün seni görmeye dayanabilir miyim bilmem, ama her sabah seni görüyor ve yüzünden aldığı güzellik ile insan içine çıkıyor diye güneşe, eşiğini döne dolaşa senden nur çalıyor diye her akşam mehtaba bakıyorum bilesin. "Bugün nasılsın ey kainatın başı dönmüş yıldız?" diyorum ona, hasbihal ediyorum; "Ne haldedir sevgilim, hoş mudur safaca mıdır İstanbullar sultanı bugün?" diye tekrar soruyorum. "Hiç benim bulunduğum yerden daha kederli bir aleme doğdun mu sen; hiç aşkta alt üst olmuş bencileyin bir firkatzade üzerine parladın mı?" diye sitem ediyorum bazen... Velhasıl günlerce ve gecelerce güneşlere ve aylara durmadan dinlenmeden seni soruyorum, hala bir haberini alamayışımı şikayetle söylüyor,anlatıyorum. Senin beni unutma ihtimalini hatırlayıp çıldırıyorum bazı günler ve bazı geceler yüzünü eskisi gibi hayal edemiyeceğimden korkup kahroluyorum. Sonra tevbeler ediyorum. Seni unutma ihtimalini düşündüğüm için...
İskender Pala...

8 Nisan 2008 Salı

Ansızın çıkagelmiştik...

Kimse geleceğimizi düşünmemiş olacak ki bizi görüp de şaşıranlar bir hayli çoktu…

Bir sonbahar gününde memleketimize veda buseleri kondurarak gelmiştik ve heybemizde onlarca devrimci rüya vardı. Rüyalarımız vardı ve biz devrimciydik. Neyi devireceğimizi bilmeden!..
Ilık ılık esen bir lodosla şehir hatları vapurundan inmiştik. Cıvıl cıvıl Üsküdar her zamanki koşuşturmacasını yaşıyordu. Üçüncü Ahmet çeşmesinden ilk defa içtiğimiz İski'nin ruhumuzdaki derin melankolilerine aldırmadan elimizdeki küçük spor çantalarımızla ucuza karnımızı doyuracak bir yer arıyorduk. Yediğimiz ilk ucuz yemek iskelenin önündeki sosisçiden -şöyle bir- yarım ekmek arası sosisti. Babamız mı sosis yemişti bilmem ama o kırmızı suratlıdan bir daha yemeyecektik.

Paranıza sahip olun, İstanbul burası, bin bir çeşit adam var. Kimseye güvenmeyin, herkesle arkadaş olmayın, diyerek kimimizin donunun cebine, kimimizin pantolonunun içine keseler dikilerek paralarımız, analarımız tarafından muhafaza altına alınacaktı.
Dağılmayalım.
Ilık bir lodos vardı.
Yazdan kalma sıcak havayı, sağ olsun, bize de bir hayli hissettiriyordu. Nefes alamıyorduk, nemli yapış yapış bir havaya alışmamıştık ne de olsa.
Bizim oraların havası kurudur. Kuru sıcak veya kuru soğuk. Böyle durduğu yerde şıpır şıpır terlemez insan. Suyu da bir başkadır hani. Fırından yeni çıkmış bir açık ekmek alacaksın buharı üstünde. Bir kalıp pendiri düreceksin arasına, ağa da sensin paşa da. Sonra dayanacaksın musluğa. Belediye sağ olsun hemen her köşe başına bir çeşme dikmiş. Gelen geçen, sıcaktan bunalan, çoluk çocuk, davar doluk içsin de ciğerini soğutsun.

İlk öğrendiğimiz şey İstanbul'u sevmememiz gerektiğiydi. Biz taşralıydık ve öğle kalacaktık. Genzimizi yakan suyuna methiyeler düzerek az parayla çok günler geçirmenin derdindeydik. Çok şey beklemiştik bu kabına sığmayan şehirden, çok şey ummuştuk. Beklediklerimizi de umduklarımızı da unuttuk. Unuttuk ve alıştık…